Etiketler

7 Ekim 2020 Çarşamba

Ben de Tarkan

 

                                                                    Levent Özgür

                                                                    Ekim 2020


            Benim şiddetle aram hiçbir zaman için olmadı. Sana tokat atılırsa diğer yanağını da uzat türünden bir pasifizmden bahsetmesem de kendimi bildim bileli kavgalardan olabildiğince uzak durdum. Kavga seyretmeye meraklı insanlardan biri de olmadığım için 40 yıllık hayatımda arada sırada beceriksizliğimden dolayı kendimi kavganın içinde bulduğum belki 1-2 sefer olmuştur, o kadar. Kendimden gurur duyarak kavga ayırmaya niyetlendiğim ilk denememde ise nerden geldiğini anlamadığım bir yumruğu yedikten sonra Kofi Annan kariyerimi erken bir jübileyle sona erdirmeye karar verdim. Havada en ufak bir elektriklenme hissettiğim zaman tabanları yağlamak suretiyle olay mahallinden uzama prensibimi uzun süredir başarıyla uyguluyorum daha doğrusu uyguluyordum.

Dün başımdan geçen hadiseyi saymazsak hayatım boyunca kendi isteğimle katıldığım tek kavga ben 4-5 yaşlarımdayken gerçekleşmiş tabii benle aynı yaşta bir kızı pataklamaya kavga denilirse. Bu anımdan mişli geçmiş zamanda bahsetmemin sebebiyse olayı annemin anlattıklarından biliyor olmam. 4 yaşımdayken annemin bile haberi olmadan bana göre nispeten haylaz olan ağabeyimin Teksas – Tommiks çizgi romanlarını okuyarak okumayı sökmüşüm. Okuma yaşında olmadığım ve annem de okumayı bildiğimden bihaber olduğu için yaşıma uygun kitaplar da alınmamış bana. O yaşlarda annemin dizinin dibinden hiç ayrılmayan bir çocuk olduğum için kendine hiç vakit ayıramayan annem bir gün benim yaşlarımda bir kızı olan arkadaşını eve çağırmış. Kızla beni de oyun oynarız ümidiyle odamda yalnız bırakmışlar. Kızcağız benimle evcilik oynayacağını düşünüp ayılarıma çay saati yaptırmaya kalkınca mı bozulmuşum, yoksa gizli gizli okuduğum Teksas - Tommikslerden mi etkilenmişim bilinmez kızcağızı aynı çizgi romandaki gibi Smacık Pacık diye efektler çıkara çıkara bir güzel hırpalamışım. Sonrasında kopan kıyamet, bağırış çağırıştan sonra annem beni başka çocuklarla yalnız bırakmaktan vazgeçmiş.

Aynı yıllardan başka bir hikayemde ise yine benden bunalan annem, bu sefer de yakasından düşmem için mahallede oynayan ağabeyimin kuyruğu pozisyonunda beni de evden kışkışlamış. Ağabeyim top oynarken ben de köşede oturmuş onu ve mahalledeki diğer çocukları seyrediyormuşum. O anda mahalledeki çocukların bir kısmı iki takıma ayrılmış bir şekilde “yedikule” denilen bir oyun oynuyormuş. Oyunda bir takım taşları üst üste dizmeye çalışıyorken diğer takım da taşları dizmeye çalışanları ebeleyerek oyundan çıkarmaya çalışıyormuş. O yıllardan beri süre gelen obsesif-kompulsif kişiliğim sağ olsun oynamıyor olmama rağmen taşları dizdiğim için çocukların birinden dayağı oracıkta yemişim de ağabeyim sonradan yetişip beni korumuş.

Bu iki anımla birlikte kavganın kazananı olmadığını anlamış olduğumdan olsa gerek şiddetle arama mesafeyi net bir şekilde koymuşum. Kusura bakmayın kendimi tanıtmadan çocukluğumu anlatmaya başladım. Adım Onur, 1980 yılında İzmir’de doğdum, İzmir’de varlıklı bir ailede büyüdüm. Hep iyi okullarda okudum. Askerliğimi kısa dönem olarak yaptım. Hiç evlenmedim, aslında gerçek anlamda kız arkadaşım bile sadece bir kere oldu. Hem annemi hem babamı aynı sene 21 yaşımdayken kaybettim. Aslında bugünkü kavga mevzusunu anlatmayı planlıyorum ama öncesinde o noktaya nasıl geldiğimden de bahsetmezsem motivasyonumu daha doğrusu karşı koyamadığım sürüngen beyin dürtümü açıklamam zor olur.

Kolay ilişki kurabilen bir insan olmadığımı az çok anlamışsınızdır. Bu kadar yıllık hayatımda arkadaşım diye sayabileceğim sadece 2 kişi var: Tufan ve Zeki. Lisede üçümüz de aynı sınıftaydık ve iyi arkadaştık (hatta isimlerimizin baş harflerinden TOZ kardeşler diye lakabımız bile vardı). Üçümüz de İTÜ’de değişik bölümleri kazanınca İstanbul’lu olan annemden kalan 3’ümüze yetecek büyüklükte olan bir evde birlikte oturmaya başladık ve ayrılmaz bir 3’lü olduk. Her 3’lü arkadaşlıkta olduğu gibi zaman zaman üçümüzden birinin dışarda kaldığı veya kalmış hissettiği oldu. Bu üçüncü çoğunlukla ben olsam da yalnızlığı seven yapımdan dolayı bundan pek şikayetçi olduğumu da hatırlamıyorum. Üniversiteden sonra Zeki bir bankaya girdi, Tufan da ismi bilinen yabancı bir şirkette gelecek vadeden bir pozisyona başladı. Bense ailemden bana kalan gayrimenkullerden gelen kira gelirinin de verdiği rahatlıkla hiçbir başlangıç pozisyonunda verilen maaşı beğenmedim dolayısıyla da hiçbir zaman çalışmaya başlamadım. Üniversiteden mezun olunca üçümüz de İstanbul’da kaldık ve aynı evi paylaşmaya devam ettik.

İşler bir gece Zeki’nin Pınar’la çıkmaya başlamasıyla değişti. Pınar lise yıllarımızda tüm sınıfın aşık olduğu ama kimseye yüz vermeyen sınıfın en güzel kızıydı ama her zaman bizden en az 2 hatta 4-5 yaş büyük erkeklerle çıkardı. Üniversite okumaya da Amerika’ya gidince Pınar’ı sadece yazları, o zamanın moda gece kulüplerinde yanında zengin ve bizden büyük erkeklerle görürdük ve selamlaşmaktan öteye gidemezdik. Zeki diğer ikimizden farklı olarak Pınar’la kanka modunda arada sırada dertleşir, uzaktayken bile e-maille haberleşirdi.

Bir gece yine üçümüz o yıllarda sıkılıkla yaptığımız gibi İstanbul’un ünlü gece kulüplerinden birine gitmiş içki içiyorduk. Tufan’la ben erkenden önümüzü göremeyecek hale gelmiş, Zeki’nin ortadan kaybolduğunu bile fark etmemiştik. Bizim kadar içmeyen Zekiyse meğer dikkatli gözleriyle Pınar’ı ağlarken görüp yanına gitmiş ve teselli etmeye başlamış. Gecenin devamında olanları hafızam kayda almadığı için kendimi ertesi gün yatağımda, susuzluktan ölmüş, başı zonklar ve midesi bulanır bir halde buldum. Su içmeye bile kalkacak halim yoktu. Tüm zorluklara rağmen aşırı susuzluğumu gidermek için kalkıp mutfağa doğru giderken salondan gelen televizyon sesi dikkatimi çekti. Salona girince kıkırdayarak “günaydıııın” diyen Pınar’ı görünce dona kaldım. Uyandığımı gören Zeki Pınar’ın dudağına öpücüğü kondurunca durumu anladım. “Vay anasını sayın seyirciler Zeki koskoca Pınar’la çıkmaya başlamıştı.”

Zeki’yle Pınar’ın aşkı TOZ kardeşlerin hayatını kısa süre içerisinde değiştirdi. Pınar’ın kendisi kadar güzel olmasalar da hoş iki arkadaşından biri olan Lale’yle Tufan çıkmaya başlayınca, boşta kalan üçüncüler olarak Gizem’le ben de flörtleşmeye başladık. O güne kadar aşık olma kapasitesine bile sahip olamadığımı düşünen ben kısa bir süre içinde sırılsıklam aşık olmuş ve kendimi dünyanın en mutlu insanı olarak görmeye başlamıştım. O yazdan başlayarak geçen 2 yıl benim hayatımın en mutlu 2 yılı olmuştu. İlk günler karşılıklı birbirimizi tanıma ve heyecan günleriyken zaman geçtikçe birbirimize çok alışmış, birbirimiz için yaratıldığımıza emin olmuş ve hayatımızın sonuna kadar hiç ayrılmama yeminini çoktan etmiştik. Gizem’in ailesiyle tanışmam ve kabul görmemin de etkisiyle evlenmeden kendimizi evli gibi hissetmeye başlamıştık. Üç yakın erkek arkadaşla üç yakın kız arkadaşın 6’lı bir grup oluşturması kadar ideal bir durum olabilir miydi? Bence olamazdı.

Her yere birlikte gidiyoruz, her şeyi birlikte yapıyoruz, tatiller, aileler, sinemalar, gece hayatı vs. derken ayrılmaz 6’lı olmuş başka kimseyi dünyamıza almıyorduk. Dünya yıkılsa umurumda olmazdı o günlerde. Söylediğim gibi tüm tatil planlarımızı da 6’mız birlikte yapıyorduk. Organizasyon kabiliyeti iyi olduğu için Zeki her türlü plan programı yapar, diğerlerimiz de pek itiraz etmeden uyum sağlardık. O yıllarda başlayan İstanbul-Mykonos direkt uçuşlarıyla birlikte gençler arasında popülaritesi bir anda artan Mykonos’a gitmeye karar vermiştik o yaz.  Pınar’ın doğum günü de tam tatilin ortasına denk geliyordu. Zeki Pınar’ın doğum günü için pasta ayarlamıştı ama büyük sürprizi hepimizden gizlemişti. İyi de yapmıştı çünkü kendi içimizdeki istihbarat ağına hepimiz aşırı hakimdik. Birimizden diğerine giden bilgi saatler içinde grubun kalanına ulaşır, eğer olur da birimiz sonradan öğrenirse kalanlara çok bozulurdu. Zeki Pınar’a evlilik teklif etmeye karar vermiş ve hiç birimize fark ettirmeden bir tektaş yüzük almıştı. Yüzüğü de Pınar’ın doğum günü gecesi dolunayda dizinin üstüne eğilerek Pınar’ın parmağına takmış ve hepimizin önünde evlenme teklif etmişti.

O gece Mykonos’un altını üstüne getirmiş ve inanılmaz eğlenmiştik. Şimdi dönüp baktığımda ise o günün mutluluğumun tepe noktası olduğunu ve o günden sonra adım adım her şeyin kötüye gittiğini anlıyorum.

Ertesi gün sabah plajda üç erkek kaldığımız bir anda Zeki: “Hadi bakalım sıra sizde artık: Acaba hanginiz daha önce evlenme teklif edecek?” dediğinde bir yarışın içinde olduğumuz hissine kapıldım. Sona kalsam Gizem trip atacak diye düşündüğüm ve acısını çıkarmak için daha da özel bir şey yapmam gerekeceği için bir an önce evlenme teklif etmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu. Fakat elini çabuk tutan Tufan olup da o günden tam 8 gün sonra Lale’ye evlenme teklif edince ben sona kalmış oldum. Sona kalınca da çıtayı daha da yukarı çekmek, çok özel bir günde çok özel bir şekilde evlenme teklif etmem gerekiyordu.

Anlam verememenizi anlıyorum çünkü şu anda ben de anlam veremiyorum ama o günkü ruh halimle nedense böyle bir rekabetin içine girmiştim. Evlenme teklifinde yaptığı uyanıklığı düğün tarihinde de yapan Tufan, önce Zeki’yle Pınar’ın düğün planını beklemiş, tam bir yıl sonraya alınan 7 Temmuz 2007 tarihinde olacak düğünden tam bir hafta önceye  30 Haziran 2007’ye Lale’yle düğünlerini ayarlamıştı. Ben de kendime göre planımı yapmıştım. 30 Haziran’da sahneye çıkıp tüm davetlilerin önünde Gizem’e evlilik teklif edecek hem de Tufan’dan rol çalacaktım. Fakat hesaplamadığım bir şey oldu. Çok özel olsun diye evlilik teklifimi 1 yıl erteleyince Gizem’le aramızın gittikçe bozulacağını düşünmemiştim. 6’lı grubumuzun 4’ü bir yandan yoğun iş temposu bir yandan yuva kurma hazırlıklarıyla uğraştığı için 6’lı buluşmalar azalmış, Gizem’le ben daha çok birbirimize kalmıştık. Bir yandan ilk aşk heyecanının azalması, bir yandan benim evlilik teklifi etmemiş olmamım Gizem’i üzmesi derken ilişkimiz her geçen gün yıpranıyordu. Bir gece içkinin de etkisiyle başlayan tartışmamız uzadı ve birbirimize girip ayrıldık. Ayrılmamız 6’lı arkadaşlığımızın da bozulması anlamına geleceği için araya diğerleri girdi de bizi tekrar barıştırdı. Barışma seksimizden sonra Gizem’e daha da aşık oldum. Aşık oldukça kıskanıyor, kıskandıkça kötü davranmaya başlıyordum. Derken bir daha ayrıldık, bir daha barıştırıldık, bir daha barışma seksi derken her ayrıldığımızda birbirimize daha da kızıyor, her barıştığımızda birbirimize daha da aşık olduğumuzu düşünüyorduk. Fakat ayrılıklarımızın süresi de 3 günden 1 haftaya, 1 haftadan 2 haftaya, 2 haftadan 1 aya uzayıp duruyordu.

Her şeye alışıp kabullendiğim gibi hayatımın evlenene kadar bu şekilde devam edeceğine de alışmıştım. Artık önemsemiyordum ayrılıklarımızı. Ben Gizem’i kıskandıkça aşk acım derinleşiyordu ama Gizem de benim etrafına zarar veren o halimi gördükçe benle yuva kurma fikrini masaya yatırdığını anlayamıyordum. Evlenme teklif etmeyi düşündüğüm 30 Haziran tarihine yaklaşık 2 ay kalmıştı fakat bu sefer daha da büyük bir kavga ettik ve birbirimize çok ağır şeyler söyledik. Her kavgada ilk andaki nefretim önce alışkanlığa sonra yavaş yavaş normalleşmeye doğru gidiyordu ve bir şekilde barışıyorduk. Fakat son seferinde barışmadık. Kendi düğün telaşına kapılan arkadaşlarımızdan da bir çaba gelemeyince kimse aramızı düzeltemedi. Ben de evlenme teklif etmekten vazgeçtim ve hayata küstüm.

Gizem’siz hayatımda topu topu iki kankam vardı ve onlar da bir hafta arayla evlendiler ve üçümüzün yaşadığı evden çıktılar. Arkadaşlarım yeni hayatlarına devam ettiler, bense hayata küsüp içime kapandım. Arada bir üç erkek yemeğe gidip içiyorduk ama Zeki de Tufan da evde karılarına gidecekleri için geceler uzamıyordu. Onlar döndükten sonra ben tek başıma devam edip içip içip tanımadığım insanlarla takılıp arada bir eve o gece tanıştığım kızları getirip bir gecelik ilişkiler yaşıyordum. 3’lü buluşmalarımızdan daha da nadir olarak 5 kişi buluşuyorduk, ama hanımköylü arkadaşlarım sağ olsun asıl 5’li buluşmalar Gizem’le yapılanlardı.

Önce Lale’nin hamile olduğu haberi geldi, 1 ay sonra da Pınar’ın. O haberlerle birlikte Gizem’le olan yuva kurma hayalimi daha da özlediğimi fark ediyordum ki bir gün Gizem benle buluşup kahve içmek istediğini söyledi. Ne kadar mutlu olduğumu tahmin edemezsiniz. İlk iş Zeki ve Tufan’ı aradım. İkisi de bu habere o kadar heyecanlanmadılar. Aslında onların tepkisinden kötü bir şey olduğunu anlayabilirdim ama aşk gözümü kör etmişti. 1 buket gül yaptırıp buluşmaya gittim. Gülü verdimi, kibarca teşekkür etti, biraz havadan sudan konuştuktan sonra elini tutmaya çalıştım ama Gizem karşılık vermedi. O anda kötü bir şey olduğunu anladım. Yeni bir erkek arkadaşı olduğunu, evlenme teklifi aldığını hatta Fransa’ya taşınacaklarını öğrendiğimde bana Gizem’e mutluluklar dilemek dışında bir şey kalmamıştı. Hayatım kararmıştı. Gizem’imi kaybettiğim yetmediği gibi bunu bana şimdiye kadar söylemeyen Zeki ve Tufan’a olan güvenim de inanılmaz sarsılmıştı. Ama tabii bozuntuya veremezdim vermedim de. Gizem’e mutluluklar diledim, onun için çok sevindiğimi, onun mutluluğunun benim mutluluğum olacağını söyledim. Adının Tarkan olduğunu öğrendiğim çocuğu görsem oracıkta kafa atmak isterdim tabii ama yapabileceğim tek şey kendimi tanıtmak suretiyle gıcıklık yapmak olabilecekti. Yıkılmadım, ayaktayım hatta senin adına sevindim mesajı verdikten sonra eve gittim ve günlerce ağladım. Tarkan denilen herifi Facebook’tan buldum, neye benzediğini öğrendim. Tufan ve Zeki’nin 6’lı buluşmalarından benim yerime arada Tarkan’ın olması fikrini ise hiç kabullenemedim, adam resmen benim yerimi almıştı. Ölmüş deniz minarelerinin içinde yaşayan asalak deniz canlıları gibi boşalttığım yeri doldurmuş bir de utanmadan arkadaşlarımla gülüp eğleniyordu. En boktanıysa Tarkan’ı herkesin sevmesiydi.

Gizem’le Tarkan’ı birlikte görürüm korkusuyla 3 ay evden dışarı adımımı bile atmadım. Eve dışardan yemek söylüyor, çöplerini bile çöp kutusuna atmaya üşeniyordum. Bakkaldan sigara, içki, çikolata ve kuruyemiş siparişi veriyor. Sadece haftada bir çöp atmaya dışarı çıkıyordum onun için de apartmanın dışına çıkmam gerekmiyordu. Allah’tan Fransa’ya taşındılar da yavaş yavaş evden dışarı çıkabilmeye sonrasında gece kulüplerine tekrar gitmeye başladım.

Gizem’in Fransa’ya taşınmasından kısa bir süre sonra, önce Lale sonra Pınar doğum yaptı. Amerikan hastanesindeki doğum ziyaretlerinde meğer Zeki ve Tufan’la arkadaşlıklarımızın da neredeyse bitiş sözleşmesini imzalamışız. Çocuklarının doğumlarından sonra Zeki’yi de Tufan’ı da uzun süre pek görmedim. Hiç ayrılmayacağımı düşündüğüm arkadaşlarımla artık bambaşka dünyaların insanı olmuştuk. Onlar gece kalkıp çocuklarının altını değiştirirken ben sabahlara kadar bilgisayar oynuyor, anlamsızca internet forumlarını okuyarak saatler geçiriyor, aynı gecede sayısını bilmediğim kere otuzbir çekiyor, hava aydınlanmadan uyuyamıyordum. Ertesi gün kalktığımdaysa kış aylarından birindeysem hava kararmış oluyordu. O aradaki yıllar hızlı mı geçti yavaş mı geçti anlamadım ama önce Pınar ardından da Lale ikinci çocuklarına hamile oldu. Bense ikinci çocukları görmeye hastaneye bile gitmediğimi şimdi bunları size anlatırken fark ediyorum.

Artık arkadaşlarım birbirleriyle çocuklarının doğum günlerinde görüşüyor, tatile çocuklarıyla ve başka çocuklu ailelerle gidiyorlardı. Tatile beni çağırmıyorlardı ama çağırsalar bile tek başıma onların hayatlarına adapte olacak değildim. Kırk yılda bir de olsa 3’lü buluşmalarımızda ise konular çocuklar, evde çalışan yatılı kadınların problemleri, karılarından şikayetleri, nasıl seks hayatlarının kalmadığı kaldıysa bile heyecan vermediği oluyordu. Bana bekarlığın sultanlık olduğunu ve ne kadar şanslı olduğumu söylediklerinde ise gerçekten şanslı olduğuma inandıklarından mı yoksa beni teselli etmek için mi böyle söylediklerini bilmiyordum. Ben mutlu olmadığımı biliyordum ama.

Yaklaşık 1 yıl kadar önce Zeki hayatımdan çıktığı hızla tekrar hayatıma girdi. Hadi rakı-balık yapalım diye beni aradığında klasik 3’lü buluşmalarımızdan biri olacağını düşünüp konular beni açmayacak diye pek de heveslenmemiştim ama yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için de kabul etmiştim. Balıkçıya gittiğimde yer gösteren garson beni iki kişilik masaya oturttuğunda bir yanlışlık olduğunu düşündüysem de Tufan’ın gelmeyeceğini kısa süre içinde anladım.

Zeki heyecanla bana işte tanıştığı 23 yaşındaki sevgilisini anlatmaya başladı. Ben hayretler içinde dinlerken Zeki’nin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Yemeği çok uzatmadan benim evime geldik. Evde içmeye devam ediyorduk ki Zeki sevgilisi ve sevgilisinin bir arkadaşını bana davet edip edemeyeceğini sordu. Ben tamam der demez, kızlar geldi, meğer benden cevap almadan zaten kızları eve çağırmış. Çok kısa bir cilveleşmeden sonra Zeki sevgilisiyle öpüşmeye başladı ben de doğal olarak adının Zeynep olduğunu öğrendiğim kızla yalnız kalmış gibi oldum. Biz konuşurken Zeki sevgilisini eskiden kendi odası olan odaya götürdü ve kısa bir süre içinde sevişme sesleri duymaya başladık. Zeynep’in tavrından ve gülmesinden onun da benle sevişmeye hazır olduğunu fark edince bir yere gitmeyecek olan sohbetimizi çok da uzatmadan dudaklarına yumuldum ve elimle memelerini okşamaya başladım. Memelerini okşarken sanki o zamana kadar bağıra bağıra konuşmuyormuş gibi “burda olmaz odana gidelim” diye fısıldadı. Benim için fark etmeyeceği için oracıkta kucaklayıp odama götürdüm ve yatağıma bıraktım. Pek konuşmaya fırsat ve gerek bile kalmadan sevişirken bulduk kendimizi. İkimiz de boşaldıktan sonra kaç yaşında olduğunu sordum. O da 23 yaşındaydı, üniversiteyi yeni bitirmişti ve hesaplarıma göre benim üniversiteye başladığım sene doğmuştu. Sevişmemiz ve sonrasında yatakta etmediğimiz sohbet bitince giyinip salona gittiğimizde Zeki sigarasını içiyor ve karısıyla çocuklarının olduğu eve dönmenin planını yapıyordu.

Zeynep’le o günden sonra 1 kere daha seviştik ama ilişkiye dönme ihtimali bana çok itici geldiği için üçüncü gelişinde soğuk durarak mesafe koymayı becerdim ama evim Zeki’nin garsoniyeri olarak uzun süre hizmet vermeye devam etti. Zeki’ye tekrar anahtar verdim, istediği zaman girdi, istediği zaman çıktı. Gittikçe daha uzun kalmaya hatta bazı günler sabaha kadar evine gitmemeye başladı. Uydurduğu yalanlar bana inandırıcı gelmediyse de Pınar’a sanırım tatmin edici geliyordu. Zeki ailesini kaybetmek istemediği için sevgilisinden ayrılacağını söylüyor ama bir türlü ayrılmıyordu. Ama Pınar’la aralarının çok kötü olduğunu Zeki’nin anlattıklarından biliyordum. Boşanacaklarını duyduğum zaman şaşırmamış sadece çocuklar için üzülmüştüm.

Boşanma kararı kesinleşince yavaş yavaş Zeki pişmanlığını dile getirmeye başladı. Tufan’la Lale’yi arabulucu yapmak istediyse de Lale pek oralı olmadı. Meğer uzun süredir ilişkiyi bilip de içine atan Pınar Tarkan diye biriyle tanışmış. Ben Gizem’imi bir Tarkan’a kaptırmış olduğum için Tarkan ismini duyunca hatıralarım, pişmanlığım, zamanında çocuklukla yapmadıklarım flashback edince ben bu işi düzelteceğim diye kafaya koydum. Keşke koymasaymışım.

Pınar’ı aradım, buluşmak istediğimi söyledim, bana karşı saygısı ve sevgisi olduğu için hayır demedi. İkimiz buluştuk. Hiç farkında olmadan buluşmak için önerdiğim yer Gizem’le son buluştuğumuz kafeydi. Önce merhaba, selam, sabah derken eski günleri konuşmaya başladık, ne kadar güzeldi, ne günlerdi derken bir baktım Pınar’a Zeki’nin ne kadar pişman olduğunu söylüyorum. Ama öyle palavralar atıyorum ki Zeki’nin adına, sanki yıllar önceki hatalarımı telafi ediyorum da Gizem’le aramı düzeltmeye çalışıyorum. Bir havaya girdim, bir havaya girdim inanılmaz.

Bir noktada Pınar bayağı ikna olmuştu nerdeyse, daha doğrusu olmamıştı da ben öyle sanmıştım. Sadece eski günleri ne kadar özlediğini özellikle de ailesinin birlikte olduğu günleri özlediğini söylüyordu. Ama Zeki bitmişti artık onun için. Sen de evlenmiş olsaydın Gizem’le hiç ayrılmazdık gibi duygusal bir laf ettiğinde ise hüngür hüngür ağlıyordum.

Derken sürpriz bir şekilde Pınar’ın yeni sevgilisi Tarkan geldi. Bizden daha genç belli, çok da kibar bir çocuk. Meğer almaya gelmiş Pınar’ı. Ben Tarkan dedi hafif utangaç, geldiğini bile anlamamıştım. Gayriihtiyari “ben de Tarkan” dedim cevap olarak. Ağzımdan laf çıkarken saçmaladığımı fark etmiştim ama artık söylemiştim bir kere. Utançtan kızardım ve terlemeye başladım. Önce Pınar’a baktım, suratı şaşkınlık içinde ne diyor bu salak diye düşünüyor olmalı. Sonra Tarkan’a baktım yüzünde dalga geçer bir sırıtış gördüm. İşte o anda sürüngen beynim devreye girdi. Küüt diye kafa attım Tarkan’ın suratının ortasına. Tarkan yere düştü, Pınar çığlık attı, kapıdaki korumalar koşa koşa gelip beni yaka paça kovdu. Kavgadan hoşlanmadığımı anlatmıştım hatırlarsanız, sürüngen beynime hakim olamadım sadece.

 

SON

 

20 Ağustos 2020 Perşembe

Hafize

 

Hafize

Levent Özgür

(Ağustos 2012)

 

1.

Anahtarını kilide soktu, çevirirken içerden annesinin sesi geldi: “kim o?” Kim olacaktı ki? Eve en son kim gelmişti de her girişinde ayni lafı duyuyurdu? Babacığını kaybettikleri o yaz gününden beri Hafize’den başka kapıyı çalan bile olmamıştı anahtarla açmak bir yana. Cevap vermedi annesine. “Kim o?” dedi tekrar Sirayegül Hanim. “Benim” dedi bu sefer. “Kim olacak, benim.” Küf kokulu eve girer girmez tuvalete dogru ilerledi. Sirayegül Hanim: “çok açım” dedi. “Bugün ne yiyeceğiz? Canım şeftali çekti, çıkmış mıdır şeftali?” Hafize duymasına rağmen cevap vermedi annesine. Salondaki tekli koltuğa oturdu annesinin yanına. “Çok acıktım” dedi Sirayegül Hanim tekrar, “şeftali soy da yiyelim.” “Şeftalinin kilosu kaç lira biliyor musun?” dedi Hafize, “neyine yetmiyor peynir, ekmek?” Sehpanin üzerinden bir sigara aldıktan sonra yaktı düşünceli düşünceli. Sigarasını bitirince mutfağa geçti. Eviyenin içindeki tabaklardan birini sudan geçirdi. Tezgahta duran bayat ekmekten eliyle bir parca kopardı. Üzerinde küflenmiş peynir parçalarının sertleştiği bıçağı tezgahtan aldı ve bir dilim peynir kesti. Ekmekle peyniri tabağa koyduktan sonra annesine götürdü. “Hadi ye” dedi, “şeftali diyeceğine peynir olduguna şükret.” Tabağı yatalak annesinin önüne koydu. “Hava karardı zaten, hadi ye yemeğini de uyu.” Annesinin cevabını dinlemeden odasına gitti. Yatağına uzandı ve kitabını aldı. Kaldığı sayfayı bulmaya calıştı bir süre. Bulamayınca rastgele bir sayfayı okumaya başladı. İkinci sayfayı okurken uyuyakaldı.

Gecenin köründe uyandı her gece olduğu gibi. Baktı hava hala aydınlanmamıştı. Gayriihtiyari başucu lambasını yakmaya çalıştı. Lambanın yanmadığını fark edince elektriklerin kesik oldugunu hatırladı. Yıllardır kesikti zaten elektrikler. Biraz uyumaya çalıştı, yatakta dönüp durdu. Her gün aynı şey olmuyor muydu zaten? İçerden annesinin sesini duydu. Kulak asmadi. “Şeyda nerdedir acaba?” diye düşündü. Uzun süredir gelmiyor. Tek zevki Şeyda’yla sohbet etmekti. Bir de tekrar tekrar okuduğu aynı kitap. Annesinin altını temizlemesi gerektiğini hatırlayınca siniri bozuldu. Bir süre daha uyudu. Tekrar uyandığında hava aydınlanmıştı. Şeyda’yı gördü yatağının yanında. “Ne hayal ediyorsan o değil midir hayat?” dedi Hafize. Şeyda evet anlamında başını salladı.

2.

Kendini bir anda sokaklarda yürürken buldu Hafize. Elini çantasına attı. Sigara paketini aldı, içinde kalmadiğını fark edince sinirlendi. Yere attı paketi. Sonra başka bir paket daha olduğunu görünce sevindi. Paketteki son sigara olduğunu fark etti, yaktı ve yürümeye devam etti. Vakıfbank ATM'sini görünce ne yapmak için dışarı cıktığını hatırladı. Banka kartını ATM'ye soktu. Para yatmıştı hesaba. Sevindi, 50TL çektikten sonra süpermarkete gitti. Bugün bir ziyafet çekelim diye düşündü, annem, Şeyda ve ben. Süpermarketten ekmek, her zamanki beyaz peynirden, az zeytin, su, iki paket sigara, üç tane de şeftali aldı. Şeyda da çok sever şeftaliyi diye düşündü. Alişverişini yapıp eve döndü. Apartman kapısını açtı. Merdivenleri çıkarken alt komşuyla karşılaştı. Komşu tam birşey söylemeyek için ağzını açıyordu ki Hafize suratını çevirerek yanından geçti. “Kıskanç” diye geçirdi içinden, “köpek.” Evin kapısını açtı. Poşetleri mutfak tezgahına koydu. “Anneciğim nasılsın?” diye seslendi annesine. “Şeyda geldi mi?” Eviyeden üç tabak, üç çatal, üç bıçak çıkardı. Hepsini sudan geçirdikten sonra akşam yemeğini hazırlamaya başladı. Salonda annesinin yattığı kanapenin önüne annesinin tabağını, ortadaki sehpaya da kalan iki tabağı koydu. Bir yandan yemeğini yerken bir yandan da konuşuyordu. “Anneciğim çok solgun duruyorsun” dedi, “Emekli maaşı yatmış, yarın söz alacağım sana istediğin makyaj malzemelerini.” “Çok özlemişim seni Şeyda” dedi sonra boş duran koltuğa. Şeyda’nın “ben de seni özlemişim” dediğini hayal etti. “Bugünlerde rahatladım” dedi boş duran koltuğa, “anneme bakmakta zorlanmıyorum eskisi kadar, pek söylenmiyor artık, altını değiştirmem gerekmiyor son zamanlarda, eskisine göre daha mutluyuz son günlerde.”

3.

Hafize başka bir gün uyandıktan sonra kahvaltılık ne var diye bakti. Küçük bir parça bayat ekmekten başka birşey olmadığını fark etti. Sigara aradı evde, sigara da bulamadi. Annesine baktı, öylece yatıyordu salonda, üstünü örttü. Şeyda’yı aradı gözleri. Yiyecek birşeyler almak icin dışarı çıktı, markete gitti. Her zamanki gibi bir ekmek, az beyaz peynir, su ve bir paket de sigara aldı. Kasaya gidince parası olmadığını fark etti. “Sonra veririm” dedi kasiyer kıza. Kasiyer kız “bana kalsa veririm teyze ama izin verilmiyor, benden keserler” diye açıklamaya çalıştı. Kasiyer kıza sinirlendi. ATM'ye doğru yürüdü, kartı ATM'ye yerleştirdi. Para yoktu hesapta. Diğer kartı denedi, onda da yoktu para. Çaresizdi, yolda gordüğü eskiciyi eve cağırdı. “Televizyonu satarım” diye düşündü. Eskici eve girince evdeki keskin koku rahatsiz etti eskiciyi. Eski kucuk tuplu televizyona bakti eskici, “abla bu para etmez, 10 lira veririm istersen” dedi. Sinirlendi Hafize, bağırmaya basladi. Eskici çıkacaktı evden ama kesif kokudan suphelendi. Sirayegül Hanım’ın yattığı koltuğa doğru yöneldi. Bunun üzerine Hafize saldırdı eskiciye, elini ısırdı. Eskici koltugun üzerindeki örtüyü kaldırınca korkunç manzarayla karşılaştı...

4.

Ve sonrasi, komşular, polisler, kıyamet, gürültü. Artik hastanede yaşıyor Hafize. Yanıbaşında Şeyda hala, yan yatakta da annesi. Geçinip gidiyorlar işte...

SON

31 Mayıs 2020 Pazar

Bilim Sanatla Buluşuyor 2: Atlas'la Birlikte Kalp Şeklinde Boraks Kristali Yapma

        Bizim çocukların ikisi de evde bilim projesi yapmayı hep çok sevdiler. Bugün internetten bu tür aktiviteler bulmak çok kolay, yapmak da hem eğlenceli hem öğretici. Daha önce yaptıklarımızın bir kısmıyla ilgili yıllar içinde biz de çeşitli youtube videoları yapmıştık.

        Şeker bayramındaki 4 günlük sokağa çıkma yasağında Atlas'a boraks kristali yapmak isteyip istemediğini sordum, istediğini söyleyince nasıl yapıldığını görsün diye Ateş'le 3 yıl önce yaptığımız boraks kristali videosunu seyrettik. Seyredince de Atlas'la da bir video yapalım diye kararlaştırdık.

        Önce yaptığımız videoyu seyredin daha sonra da hikayesini anlatayım: 

   
        Ne şekil yapmak istediğini sorduğumda Atlas çok kararlı bir şekilde pembe bir kalp yapmak istediğini söyledi. Şönilden kalbimizi yaptık, kristalimiz yaptık, 1 gün sonra kristali toplama zamanı geldiğinde de pembe kalpten boraks kristalini Melisa'ya hediye olarak yaptığını söyledi. Annesine olan sevgisi, pembe bir kalp yapmaktaki kararlılığı ve kristal oluşana kadar pembe kalpten boraks kristalini annesine hediye olarak yaptığını söylememesi çok tatlıydı.

        Bu da 3 yıl önce Ateş'le yaptığımız boraks kristali videosu:

 


        Daha önce yaptığımız tüm videolara youtube kanalımdan ulaşabilirsiniz. Youtube Kanalım: Babaaalık

15 Mayıs 2020 Cuma

Neşeliler Kulübü



Şimdi size anlatacağım hikayeyi okurken belki bana güleceksiniz, ama emin olun ki o gün benim yerimde olsanız muhtemelen siz de benle aynı şeyleri yapardınız. Neyse çok uzatmadan konuya gireyim. Yer İngiltere’nin Manchester şehri, sene ise 1972. Ben Kayseri’de doğmuş, Kayseri’de büyümüş, ilkokulu, ortaokulu, liseyi Kayseri’de okumuş bir genç olarak ya üniversiteye devam edecektim ya da sınıf arkadaşlarımın bir çoğu gibi ticarete atılacaktım. Belki duymuşsunuzdur o yıllarda Kayserililer eğer çocuklarının yeteri kadar kurnaz olduğunu düşünürlerse “bu çocuktan iyi tüccar olur” der çocuklarını üniversiteye yollamazlardı, eğer çocuklarının ticarette başarılı olamayacak kadar saf olduğunu düşünürlerse “bu çocuktan tüccar müccar olmaz bari okusun da bir işe girsin” der okutmaya devam ederlerdi. Benim babam ise ileri görüşlü olduğu için diğer babalardan farklı olarak hepimizin en azından üniversite mezunu olmasını istiyordu. Böylece ben de ablam ve ağabeyim gibi üniversiteye devam edecektim. 1972 yılında daha Kayseri’de üniversite olmadığı için okumaya devam etmek için ya İstanbul'a ya Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Yine babamın ileri görüşlülüğü sayesinde ben üniversiteyi yurt dışında, Manchester’da okudum.
Ben o zamana kadar İstanbul’a bile 1-2 kere gitmişim, yurt dışı nedir pek bilmiyorum. Zaten şimdiki gibi hele bir de Kayseri’den yurt dışına gitmek o kadar kolay değil. Kayseri’den trene bin, trenle Ankara’ya git, Ankara’dan uçağa bin İstanbul’a git, İstanbul’dan Londra’ya uç, Londra’dan trene bin, Manchester’a git derken gitmek bile 2 gün sürüyordu. Bir ünlünün “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” demesi gibi “o yıllarda yurt dışına tatile gitmek kolaydı da biz mi gitmedik” desem durumu az çok anlarsınız. Uzun lafın kısası ben 1970’ler Kayseri’sinden doğru düzgün İstanbul bile görmemiş halimle bir anda Manchester’da buldum kendimi. Manchester dediysem sanmayın ki Manchesterlılar da yabancılara çok alışık. Onların da bir çoğu Londra’yı bile görmemiş insanlar. Yaşadığım kültür şokunu siz gençler pek anlamayacaksınız ama ben yine de dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Trendi, uçaktı, tekrar trendi derken yorucu bir yolculuk sonunda kendimi Manchester’da buldum, okula gittim ilk iş yurtta odama yerleştim. Gittim ki Reza diye Endonezyalı bir oda arkadaşım var. Reza hafif esmer, hafif çekik gözlü, belli iyi bir ailede yetişmiş. İkimiz de anamızdan babamızdan uzaktayız. Telefon desen eve telefon etmek imkansız, ailemize ancak mektup yazabiliyoruz. Benzer durumda olduğumuz için oda arkadaşım Reza’yla çok sevdik birbirimizi ve hem hep birlikteyiz hem de birbirimize sürekli destek oluyoruz. Ben İngiltere’ye İngilizce bildiğimi sanarak gittim ama söylenenlerin neredeyse hiç birini anlamıyorum. Meğer İngilizce’nin de şiveleri varmış ama ben daha bilmiyorum, denilenleri pek anlamıyorum. Anlamadığım gibi bir de yepyeni bir ortama ayak uydurmaya çalışıyorum.
Dedim ya sene 1972, hippi akımı tüm dünyayı etkisi altına almış. Kayseri’nin muhafazakar hayatından sonra hiç alışık olmadığım bir özgürlük havası hakim okula. E üniversite olunca daha da özgür bir ortam var. Güzel kızlarla nasıl tanışırız diye düşünüyoruz bir yandan ama söylediklerini bile zor anlıyorum kızların. Gittiğimin ya ikinci ya üçüncü günü rehberlik öğretmenim Mr. Green’le bir görüşmem vardı. Ben rehberlik öğretmeni ne demek onu bile bilmiyorum. Nereden bileyim ki zaten. Benim alışık olduğum okulda öğretmenlerden başka sadece işleri “höt” demek dışında bir şey olmayan müdürler, müdür muavinleri olduğu için rehberlik öğretmeni olgusu bana tamamen uzak. Mr. Green çok iyi bir insan, alışıp alışamadığımı da soruyor, ailemi özleyip özlemediğimi de, hangi dersleri alacağımı da onunla konuşuyorum. Her şeyi yoluna soktuktan sonra bana bir de kulüp seçmem gerektiğini söyledi. Tabii o zaman Kayseri’deki okullarımda kulüp diye bir şey hiç duymamışım. Dedim “ben hem Fenerbahçe’yi hem Kayserispor’u tutuyorum ama illa seçmem gerekse burada da Manchester City’yi tutabilirim”. “Yok” dedi “öyle değil”. Nasıl peki” dedim. “Spor yapabilirsin, dans kulübü olabilir, gitar olur, tiyatro olur”, bir şeyler söylüyor ama söyledikleri hiç ilgimi çekmiyor. Her söylediğine olmaz dedim diye elime bir 2-3 sayfalık bir liste tutuşturdu, git yurtta kulüplerin listesine bak, istediğin birini seç dedi. Listedekilerin bir çoğu bildiğim kelimeler, bilmediklerime ise sözlükten bakıyorum. Art History (Sanat Tarihi), Badminton, Basketball, Birdwatching (Kuş Gözlemi), Drama (Tiyatro) derken, G harfinde Gay Club’ı gördüm. Sözlükten baktım “Gay: Neşeli” yazıyor. Ben öyle hareket seven, sanattan anlayan biri değilim, neşeli kulübünü görünce rahatladım. “Herhalde” dedim “bunlar birbirlerine fıkra anlatıyorlar, espriler yapıyorlar”. Reza da futbol kulübüne girmeye niyetlendi ama İngiltere futbolun beşiği, “sen bunlarla oynayamazsın” dedim, o da hak verdi. E Reza da komik çocuk. Ben ona Türk fıkralarını anlatıyorum, o bana Endonezya fıkralarını anlatıyor. Biz birlikte gay club’a yazılmaya karar verdik. Eğleniriz diye düşündük.
Ertesi gün Mr. Green’e gittim, ben kulübümü seçtim: “gay club” dedim. “Gay misin?” diye sorunca, “evet” dedim. “E tamam olabilir, çok yeni kurulan bir kulüp” dedi. Zaten İngilizler soğuk insanlar diye duymuştum. Kaç yıllık üniversitede fıkra kulübü yeni kurulmuş diye yadırgadım. İçimden dedim “anlatacağım fıkralarla bunları kırmaktan geçiririm”. Reza’yla Mr. Green’in ofisinden çıktık doğru Sidney Street’teki gay clubda soluğu aldık.
Adrese bakıyoruz, bulamıyoruz, kapıda küçük bir yazı ve bir tane gökkuşağı bayrağı, ne anlama geldiği hakkında en ufak fikrim yok. Reza’yla girdik binaya merdivenlerden indik bizi Mark diye bizim yaşlarda bir çocuk karşıladı. “Biz” dedik “kayıt yaptırmak istiyoruz”. İlk bana sormaya başladı bilgilerimi. “Adın: Salih”, “soyadın: Sahafoğlu”, “nerelisin: Türk’üm”. Mark “ilk Türk üyemiz oldun” dedi. Ben bu laftan hafif alındım. İçimden “Kim bilir biz Türk’ler hakkında nasıl önyargıları var. Bizi barbar sanıyorlar.” diye düşündüm. “Soğuk İngilizlere bak”. “Benim babam gay, annem gay, ablam gay, ağabeyim gay, bildiğim Tüm Türkler gay” dedim. Mark hafif şaşırdı ama bir bana bakıyor, bir Reza’ya bakıyor. Kaydımızı yaptıktan sonra bir şey sordu, tam da anlamadım, sonra bana ve Reza’ya şöyle bir bakıp iki tane tişörtle geldi. Hafif kiloluyumdur, XXL boy tişörtü elime tutuşturdu. Açtım baktım tişörtü, bir gökkuşağı bayrağı üzerinde “Gay and Proud to be” yazıyor. Yani “gay ve bundan gururlu”. İçimden yine “soğuk İngilizler” diye geçirdim. Neşeli olmaktan bile utanıyorlar ki “neşeliyim ve gururluyum” diye tişört yapmışlar. Tişörtler de hoşumuza gitti, oracıkta giydim hemen tişörtü. Mark bizi kulüp üyeleriyle tanıştırıyor. Baktım hepsi erkek. İngiliz kızları soğuktur demişlerdi zaten ama “şansıma küseyim” diyorum “yine tanışamadık hiçbir kızla”. Zaten denileni anlamakta zorluk çekiyorum. Anlamıyor gibi yapmak da istemiyorum, çoğunlukla kafa sallıyorum denilenlere. Neyse tanışma faslı bitince kulüpten çıktık. Yurda doğru yürümeye başladık. Şimdi söyleyeceklerimi sıkı dinleyin. O yıllarda Kayseri’de birbiriyle arkadaş olan erkekler de kızlar da elele tutuşup yürürdü ve bunun cinsel eğilimle bir alakası yoktu. Endonezya’da da bizden farklı değilmiş. Biz Reza’yla en yakın arkadaşız, birbirimize destek oluyoruz, elele tutuşup yürüyoruz. Meğer İngiltere’de iki erkeğin elele tutuşması için gay olması gerekiyormuş. Ama dedim ya ben “gay” kelimesinin anlamını bile bilmiyorum, sözlükten bakmışım neşeli demek sanıyorum. Anlamını bilsem zaten ne işimiz var üye olalım gay kulübüne. Kayseri’de biz “o biçim” derdik gay olanlara. Yanlış anlamayın kötü niyetten değil, o günlerde öyle konuşulurdu işte.
Gay club’dan çıktık. İkimizin de üstünde gökkuşaklı, “gay and proud to be” yazan tişörtle elele yürüyoruz. Önce bir ıslık duydum, sonra laf attılar. Sebebini anlamadık ya meğer gayler haklarını yeni yeni elde etmeye çalıştıkları için onlara tepki gösterenler de çokmuş. E biz de gayliğiyle gurur duyan tişörtü giyip de elele gezen iki erkek olduğumuz için muhafazakarların hedefiymişiz. Bizim okuldaki gay club da koskoca İngiltere’de ilklerden biriymiş meğer.

İlk kulüp toplantısına gittik. Ben İngiliz fıkralarını duyacağım, cimri Kayserili fıkrası anlatacağım diye düşünürken “gay hakları” konuşuyoruz. “Neşeli olma hakkı da ne demek? Ne garip insanlar bu İngilizler?” diye düşünüp bir anlam veremiyorum. Neşeli olmaktan gururlular, neşeli hakları, hararetli tartışmalar içimden diyorum “tövbe estağfurullah”. Eğlenceli zaman geçireceğiz derken hararetli tartışmalar içinde bulduk kendimizi. Bizim bu tartışmalardan sıkıldığımızı da anladılar sanırım sonra dediler ki “haftaya çarşamba akşamı partimiz var”. “Neyse” dedim içimden partide güler eğleniriz hiç olmazsa.
Partiye gidince durumu anladık ikimiz de. Herkes erkek, öpüşenler, sarılanlar. Durumu çakozladık ya ayıp olmasın diye nasıl kaçacağız onu bilmiyoruz. Reza “kaçalım” dedi de ben “açık açık söyleyelim ayıp olur” dedim, çünkü tanıştık, arkadaş olduk, iyi insanlar hepsi. Belki toplantılarda haklarını aradıkları için neşeliden çok sinirlilerdi ama onlara hak vermedim desem yalan olur. O gün partiden apar topar kaçtık, sonra da utana sıkıla yanlış anladığımızı ve ayrılmak istediğimizi söyledik kulüpten.  Neyse ki derdimizi anlatınca anlayışla karşıladılar da kulüpten affımızı istedik. Bizi hem sevdiklerini hem beğendiklerini söylediler ama gay değiliz sonuçta. Neyse kulüpten kimseyi kırmadan ayrılmış olduk.
O gün yurda gittiğimizde, Reza haklı olarak bana kızdı, ben de pek sesimi çıkaramadım. Hem canım sıkıldı hem Reza’nın canını sıktım. Neyse ertesi gün tekrar kulüp listesine baktım, acısını çıkarmak istiyorum hatamın. Bu sefer W harfine kadar geldim, içime sinen bir kulüp bulamadım. Geldim ki “tam aradığımız kulübü buldum” dedim Reza’ya. Reza “yok Salih” dedi, “ben futbol kulübüne yazılacağım”. “Bak” dedim “Reza sonra pişman olma”. “Womens’ Lib” diye bir kulüp buldum. “lib ne demek” dedi, “dudak” dedim. “Kadın dudağı kulübü”. Bu sefer baştan anlatayım da şaşırmayın. Dudak “lip”’miş yani p harfiyle yazılıyor. Lib ise liberation yani özgürlüğün kısaltmasıymış. Meğer Women’s Lib kulübü kadın haklarıyla ilgili bir kulüpmüş. Dedim ya 1970’ler Hippiliğin altın çağı, özgürlüğün altın çağı. Kadın dudağı kulübünde kim bilir ne kızlarla tanışırız büyük dudaklı, rujlu dudaklı derken Women’s lib kulübüne yazıldık. Reza’yı da ikna etmek çok zor olmadı kadın dudağını duyunca. Söylüyorum ya o zaman internet yok ki araştıralım nedir bu Womens’ Lib?
İlk toplantıya gittik, bu sefer bambaşka bir ortam. Bu sefer de erkek yok kulüpte, hepsi kadın ama bizim kulübe girmemizle birlikte ortalık birbirine girdi. Herkes bizi ayakta alkışlıyor. “İlk erkek üyelerimizsiniz” diyerek birer plaket verdiler, birer de kravat hediye ettiler. Kravatların üzerinde küçük domuz figürleri var. MCP yazıyor. Meğer “Male Chauvinist Pig” demekmiş. Yani “Şovenist Domuz Erkek”.  Gaylerin hakları için savaşan dernekten kurtulduk derken bu sefer kadınların hakları için savaşan dernekte bulduk kendimizi.

Hadi gay kulübünden gay değiliz diye çıktık, anlayışla karşıladılar. Womens’ libden nasıl çıkacağız diye kara kara düşünüyoruz. “Biz aslında birer şovenist domuz erkeğiz, kadın haklarına inanmıyoruz” diyecek değiliz ya. Bir de ilk erkek üyeler olarak o kadar el üstünde tutuluyoruz ki bir toplantıya gelmesek hemen diyorlar “neden gelmediniz, çok üzüldük”. Kaçmak da zor, neyse 1-2 toplantı aksatınca unuttular bizi zaman içinde. Davaları için savaşırlarken arada unutulduk gitti.
Sonra bir gün Reza beni yine elimde kulüp listesine bakarken görünce listeyi elimden aldığı gibi parçalara ayırdı. “Ne zorun var Salih” dedi, “otur oturduğun yerde”.
SON

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Bilinen İlk Troll




Sene 1995, ben Lise 1’e gidiyorum. Ağabeyim Emin de Amerika’da Cornell Üniversitesi’ne gidiyor. O yıllarda Amerika’yla haberleşmek çok zor. Telefon desen bir dakikası bile çok pahalı ama pahalılık bir yana zaten saat farkından dolayı Emin’e telefonla ulaşmak neredeyse imkansız. Mektup yazsan en az 2 haftada gidiyor, o yıllarda PTT’nin APS (Acele Posta Servisi) diye bir servisi var, o bile 1 haftadan aşağı gitmiyor üstüne üstlük APS için postaneye kadar gitmek gerekiyor. DHL o yıllarda yeni Türkiye’ye gelmiş (o zaman dehale deniyor) ama mektubu bile 50 dolara götürüyor Amerika’ya.
Emin bana bir gün internet diye bir şeyden bahsediyor, e-mail dışındakileri anlamakta zorlansam da e-mail Emin’le haberleşmek için çok önemli. Ben de harıl harıl internete nasıl bağlanırım da Emin’le e-mailleşirim diye düşünüyor ve uğraşıyorum. Tabii internet olmadığı için internete nasıl bağlanılır araştırmak da bir o kadar zor. O zaman evde işletimcisi 486 olan bir masaüstü bilgisayarım var, işletim sistemim ise DOS, yani bilgisayarı açtığınızda siyah bir ekran çıkıyor ve bir takım komutları yazarak istediğiniz uygulamayı açıyorsunuz. Windows 95 ise daha çıkmamış ama her yerde reklamları var. Internet denilen ne olduğu belli olmayan şeye bağlanmak için telefona bağlanan modem denilen bir cihaz alıyorum, tabii modemi almak tek başına yetmiyor. Bilgisayar dergileri, bilgisayarcılar falan derken sonunda DorukBBS adında internet servis sağlayıcısı olduğunu iddia eden bir kuruluş buluyorum. Aylar süren çabalarım sonunda bilgisayar, modem, DorukBBS falan derken telefon hattından cızzzt cuzzzt sesleriyle uzun uzun denemeler ve kopmalar sonunda DorukBBS’ye bağlanmayı beceriyorum. Ben internet nedir bilmediğim için sadece e-mail ve ne olduğunu pek anlamadığım ftp haricinde hiçbir servisi olmayan DorukBBS bana inanılmaz geliyor tabii ki. Emin’in e-mail adresini yazıyorum: eso1@cornell.edu, altına mesajımı yazıyorum ve gönderiyorum.  Bir adresin bu kadar kısa olmasını, şehir, ülke vesaire yazmaya gerek olmamasını ve yazdığımın Emin’e dakikalar içinde ulaşma ihtimalini hiç anlamadıysam da e-mailimin Emin’e ulaştığını bir gün sonra sabah bağlandığımda Emin’den gelen cevapla anlıyorum. Emin’in yazdığı e-maili basıp gururla anneme götürüyorum ve sonra anneme e-mail yazmayı öğretiyorum. Öğretiyorum dediysem bunun da çok kolay olduğunu sanmayın. O ana kadar annemin algısında “çocukların gözünü bozma potansiyeli olan ve başından kalkmadıkları bir oyuncak” olan bilgisayar bir anda “Amerika’daki oğluyla hızlı haberleşeceği bir araca” dönüşüyor. Annem eline defterini ve kalemini alıp yanıma geliyor ve bilgisayarı açmaktan başlayarak tüm komutları tek tek not alıyor ve kendi kuşağından çok önce internetle tanışıyor.
Asıl anlatacağım hikayeyse aslında bambaşka. Benim internet servis sağlayıcısı sandığım DorukBBS aslında sadece bir e-mail servis sağlayıcısı ve kendine ait e-mail forumları var. Bugünkü whatsapp gruplarının, internet forumlarının, email listelerinin hepsinin en ilkel hali diyebileceğimiz forumlar aynı zamanda Türkiye’nin ilk internet forumları:  geyik-f, spor-f, politika-f, sanat-f gibi isimlerinden de anlaşılacağı gibi her konuda değişik tartışma ve sohbet forumları var. Çoğu üniversite öğrencisi olan gençlerin muhabbet ettiği forumlar her girmek isteyene açık. Ben de bir süreliğine geyik-f spor-f falan takılıp eğleniyorum.
Aynı zamanlarda hepimizin çok sevdiği ve yeniliklere çok meraklı başka bir arkadaşımız da internet falan duymuş, evine internet bağlatmaya çalışıyor. Ailesi varlıklı olduğu için de internete bağlanmak için gerekli olabilecek her şeyin en iyisini almış fakat bir internet servis sağlayıcısı bulamadığı için internete bağlanamıyor. O yıllarda İstanbul Barbaros Caddesinde internet cafe olduğunu iddia eden bir yer var. Oraya gidip de boş bilgisayar bulmak için yarım saat bekleseniz bile bu sefer de bağlantı çok yavaş olduğu için o zamanlardaki tek internet tarayıcısı Netscape’te herhangi bir sayfa açılmadan yarım saat bekledikten sonra pes edip evinize geri dönüyorsunuz. Her neyse bu arkadaşımız benim tavsiyem üzerine DorukBBS’ye üye oluyor ve sonra da bu forumların bazılarına katılıyor. Forumların Türkiye’deki ilk forumlar olduğunu ve çoğunlukla üniversite öğrencilerinden oluştuğunu da düşünürseniz muhabbet çok eğlenceli olmasa da terbiye seviyesi çok yüksek. Herkes birbirini bilgisayar başından da olsa tanıyor, en ağır kavgalarda ile hiç küfür olmuyor. Spor-f’te Galatasaraylılar Fenerbahçeliler Beşiktaşlılar birbirini hafifçe kızdırmanın ötesine geçmiyor. Aynı zamanda her hafta sportoto yarışması yapılıyor. Sportotoyu belli bir yaşın altındakiler bilmeyebilir. Sportoto da maçlara bahis yapmanın yasal olmadığı yıllarda Milli Piyango İdaresi’nin çıkardığı 16 maçın sonucunun 1, 0, 2 diye yani maçı kimin kazanacağını bilmeye çalıştığınız bir oyun. Spor-f’te de tamamen zevk amaçlı olan sportoto oyununda kurallar gereği herkesin her hafta bir tahmin yapma hakkı var ama sistem birden fazla tahmin yapmaya açık çünkü delmeye çalışan yok. Bizim arkadaşımız ilk başladığı hafta 10 tahmin birden yapıyor. Sonuçlar açıklandığında o hafta tahmin yapan 10-15 kişiyle birlikte arkadaşımızın 10 tahminiyle birlikte 20-25 tahmin var. Tabi herkes bu arkadaşımıza kızıyor. Arkadaşımız da pişkin pişkin ben 10 kolon oynamıştım diye yazıyor. Bir yandan da bana telefonda gülerek aynı hafta hem birinci hem sonuncu olmayı hedeflediğini söylüyor fakat işin komik yanı ne birinci ne de sonuncu olabilmiş. 10 tahminden 9 tanesini birinci olmak için 1 tanesini de sonuncu olmak için yapmış ama ikisini de becerememiş ve orta sıralarda 10 defa ismi geçiyor. Aynı arkadaşımız bunun üzerine spor-f’ten çıkıyor bu sefer de sohbetin çok düzeyli olduğu geyik-f’te adamın biriyle küfürleşip muhabbeti sıkıysa bilmem nerde buluşalıma getiriyor. Özelden yaptığı yazışmayı ne kadar eğlendiğini anlatmak için bana gönderiyor, ben de yazışma grupta yapıldı sanıp yanlışlıkla gruba cevap yollayınca ortalık karışıyor. Kurulduğundan beri dostluk çerçevesinde yürüyen forumdaki küfürleşme ve dövüşme davetleri sonucunda sevgili arkadaşımız ve kavga ettiği kişi forumdan atılıyorlar ve muhtemelen Türkiye’de bir internet forumundan atılan ilk kişiler olarak tarihe geçiyorlar.
Bütün bunları anlatmamın asıl sebebiyse troll dendiği zaman tek anladığımızın mağarada yaşayan canavarlar olduğu, bugünkü internet trollerinin çoğunun anasının karnında bile olmadığı yıllarda trollüğün öncüsü diğer bir deyişle bilinen ilk trollün hepimizin bir arkadaşı olmasıdır.
SON


5 Mayıs 2020 Salı

La Prezidenta

1.

Size biraz Türk sanat müziği koromuzun başkanından bahsetmek istiyorum. Türk sanat müziği korosunun başkanı mı olur diyorsanız La Prezidenta’yı tanımadığınız içindir. La Prezidenta, Allah onu başımızdan eksik etmesin (A.O.B.E.E) üniversite yıllarında anarşist fikir kulübüne bile 3 günlüğüne de olsa başkanlık yapmış bir şahsiyettir. Hükümet gibi kadın diye bir laf mutlaka duymuşsunuzdur, diğerleri hükümetse La Prezidenta parlamentodur, öyle düşünün. Vefa bilmez anarşistler neden sonradan La Prezidenta’ya karşı ayaklanma başlatmışlar bilmiyorum ama zaten anarşiste güven olmaz. Kim bilir neler yapmışlardır La Prezidenta’ya(A.O.B.E.E)? 

Ben koroya girdiğimden beri La Prezidenta’nın haksız olduğu bir durumla karşılaşmadım. Bir kere koroyu bugünkü haline getiren kesinlikle ve kesinlikle La Prezidentadır, bunu kabul etmemek düpedüz nankörlüktür. La Prezidenta’dan önce koromuz toplanır, öylesine hepimizin bildiği şarkıları söyler, sadece eğlenirdi, ama bir disiplinimiz yoktu. İsteyen istediği zaman gelir istemediği zaman gelmezdi, sırf popüler şarkıları söylerdik. La Prezidenta gelince her şey değişti, artık disiplinli bir şekilde toplanıyoruz, arada gezilere gidiyoruz, konserler veriyoruz, ama bazı hainler La Prezidenta’ya karşı çıkıp rakip koroyu kurdular, o nankörlerin isimlerini ağzıma bile almak istemiyorum. Bazen duyuyorum saçma sapan şarkılar söyleyip güya eğleniyorlarmış. Oysa La Prezidenta sayesinde Dede Efendileri, Rum bestecileri öğrendik, tangolar, şansonlar derken hem öğrendik hem söyledik. Yani aslını söylemek gerekirse bazen sıkıldığım da oldu ama sonuçta La Prezidenta koromuz için çok şey yaptı. O nankörler gibi vefasızlık yapacak değilim. Rakip koroda zaten bildiğimiz şarkıları disiplinsiz bir şekilde söyleseler ne yazar. Yaşasın La Prezidenta!!!

Bakın size bu muhterem hanımefendinin ne kadar köklü bir aileden geldiğini anlatarak başlayayım. Benim için onula aynı koroda olmak bile çok büyük bir ayrıcalık. La Prezidenta İstanbul’a taşınana kadar 17 kuşak boyunca Kayseri’nin Kaleiçi’nde yaşamış. Kaleiçi, Kayseri’nin tüm soylularının yaşadığı yere deniyormuş, La Prezidenta bir kere anlatmıştı. Soyu prenslere, prenseslere dayanır La Prezidenta’nın. Baba tarafından ailesi Osmanlı zamanında tımar sahibiymiş, ailesinde hem Rum prensler, hem Ermeni prensler, hem de Sabataycı prensler varmış. Anne tarafı ise yine kuşaklardır Kayseri’nin Kaleiçi’ndenmiş ama bir yandan da bir Litvanya kraliçesinin soyundan geliyormuş. Hatta kraliçe Elizabeth’le ve Yunanistan kralıyla bile akrabalıkları olduğunu anlatmıştı bir kere. Tabii çok alçakgönüllü olduğu için bunları aslında gizli tutar, siz siz olun sorup utandırmayın La Prezidenta’yı. Bir de Fuat Güner Özkan’ın şarkısı “peki peki anladık” La Prezidenta için yazılmış. Bir kere Fuat Alanson televizyonda anlatırken dinlemiştim. La Prezidenta zamanında Fuat Güner Özkan üçlüsünün de ilk grubunun kurucusuymuş aynı zamanda. 
Çok çok iyi bir eğitim almış olan La Prezidenta, bir İngiliz gibi İngilizce, bir Fransız gibi Fransızca konuşur, Farsça bilir, Kuran okumayı bilir, eski yazıyı okur, ayrıca Kaysericeyi çok iyi bilir, Azerice, Kazakça, Türkmence, Özbekçe, Gagavuzca ve Kırımtatarcayı da çat pat konuşur, Sanskritçe ve Latince bildiğini de söyleyenler var ama onlardan o kadar da emin değilim. 

Bugün beni telefonla aradı, hemen atladım yanına gittim. Yine düşman korodaki nankörler canını sıkmıştı. Telefonda hararetli bir şekilde anlattı. Bizle aynı yerde konser vermeye karar vermişler. O sinirli halini duyunca hemen yatıştırmaya evine gittim. Olağan Şüpheliler filmini seyrettiniz mi bilmem. Onda filmde bir laf vardı belki hatırlarsınız: “La Prezidentanin Tanrı inancı çok kuvvetli değildir ama Tanrıdan korkar. Bense Allah’a inanırım ama korktuğum tek kişi: La Prezidenta”. 

Gittim de ne göreyim, bir eliyle yemek yapıyor, bir eliyle dikiş dikiyor, bir yandan torunlar orda ortalığı toz duman etmiş, onlara bir şeyler söylüyor, bir yandan beste yapıyor bir eliyle bendir çalıyor, telefonda da baktım Nilay’a bağıra bağıra nankör korodakilerin yaptıklarını anlatıyordu. “La Prezidenta” dedim “ben geldim”, beni ne gördü ne de duydu. Baktım, bahçede inşaat işi yapan ustalara talimatlar verdi, daha sonra evde çalışan hanıma hem talimat verdi hem çemkirdi. Beni hala görmüyor. Kendine gelmesini bekledim, o sırada telefonu bırakıp komşusuna bir şeyler anlatmaya başladı, yanına gittim, “La Prezidenta” dedim, o anda beni gördü, “sen mi geldin mantı koyayım yer misin?” dedi. Öyle biridir La Prezidenta, çok cömerttir. Mantıyı koydu tabağıma, o anda tekrar telefonu çaldı. Yüksek sesle telefonla konuşmaya başladı tekrar. Baktım başı çok kalabalık, mantımı yedim, rahatsız etmeyeyim diye evime geri dönecektim, bir kahve koydu önüme. Herkesin nasıl kahve içtiğini ezbere bilir, sormadan ikram eder. Geldi oturdu, “ya demek” dedim “bizle aynı yerlerde konser düzenleyeceklermiş”. “Bu nasıl terbiyesizlik, ne biçim bir nankörlük”, dedim, “evet” dedi, “hem de bizden tam bir hafta önce”. “Yarın tüm koroyu davet ettim, hem meşk ederiz hem ne önlem alacağımıza karar veririz” dedi.
Dedim “La Prezidenta, ne yapacağız ki salonun parasını vermişler, konser düzenleyecekler”. “Hayır” dedi “yapamazlar, yaptırmam, ne hakla dedi bizden önceki hafta bizle aynı yerde konser düzenliyorlar, orayı ben buldum, hem koskoca İstanbul’da başka konser salonu mu yokmuş” dedi. Tam o anda içeriden önce “taaak” diye bir ses geldi. Hemen arkasından bir çocuk ağlaması ve bağırışma. Koşar adım çocukların oynadığı odaya gitti. Baktım saat geç olmuş. “La Prezidenta ben en iyisi ufaktan kaçayım, sen de torunlara bakarsın” dedim. Beni duydu mu bilmiyorum ama “yarın görüşürüz” dedim tam çıkacakken, “Whatsapp’tan yazdım ama gören olur görmeyen olur, herkesi tek tek ara da gelsinler. Yarın konuşuruz.” dedi ve torunların yanına gitti.  
 Sonra baktım La Prezidenta Whatsapp’tan yazmış. “Herkesi 2den sonra bekliyorum” demiş.   

2.Ertesi gün 

Sabahtan gittim meşk için harıl harıl bir çalışma var evde. 7 çeşit mantı hazırlamış La Prezidenta. “Tüm ekip geliyor koromuzun Suat analizini yapacağız. Söyle herkese “güçlü yönlerimiz, zayıf yönlerimiz, fırsatlar, tehditler herkes biraz düşünsün” dedi. “La Prezidenta Suat analizi nerden çıktı? Meşk yapmayacak mıydık” dedim. “Tabii tabii meşk yapacağız ama Suat analizi de yapmamız gerekiyor” dedi. Tabii bana bir şey söylemek düşmez, La Prezidenta’nın söylediği bizim için emirdir. “Tamam La Prezidenta” dedim. Evi şöyle bir dolaştım. Bahçedeki koltuklar çok güzel hazırlanmış. Bir tarafta içkiler var. Bir baktım büyük bir beyaz yazı tahtası. “İçimden Allah Allah bu da ne?” dedim. O arada kapı çaldı. Kimmiş diye bakmaya gittim. Tufan Abi gelmiş elinde kanunuyla. Selam sabahtan sonra “Tufan Abi” dedim “Suat analizi yapacakmışız, nankör korodan kimse seni tehdit etti mi” diye soruyor La Prezidenta. Tufan Abi suratıma garip garip baktı, “Suat analizi ne demek” diye sordu, “Ne bileyim” dedim “La Prezidenta söyledi. Tehdit edenler varsa ne cevap vereceğimizi düşünün” dedi. Tufan Abi suratıma garip garip bakıp kanununu yerleştirmeye gitti. 

Nerdeyse herkes gelmişti. Bir yandan içki içenler, bir yandan ufaktan ufaktan meşk edenler. La prezidenta “hadi herkes toplandı Suat analizine başlayabiliriz” dedi. Hepimizi beyaz yazma tahtasının başına çağırdı. Baktım “SWOT Analizi” yazıyor tahtada. Tahta bir paralel bir dik çizgiyle 4 parçaya bölünmüş. Sol üstte “Strengths (Güçlü Yönlerimiz)”, sağ üstte “Weaknesses (Zayıf Yönlerimiz)”, sol altta “Opportunities (Fırsatlar)”,  sağ altta “Threats (Tehditler)” yazıyor. “Sevgili koro” dedi. “Bugün meşk öncesi Suat analizi yapacağız yani koromuzun güçlü, zayıf yönlerini, önümüzdeki fırsatları ve tehditleri tespit edeceğiz”. “Hadi arkadaşlar güçlü yönlerimiz nelerdir söyleyin” dedi. İçimden dedim “yine La Prezidenta bizi uçuracak bir şeyler düşünmüş”.  Ben hemen "Başkanımız" dedim. La Prezidenta "Efendim" dedi, "yani" dedim, “başkanımız en güçlü yönümüz.” Hafif mahcup oldu, gittim, elinden kalemi aldım, büyük harflerle "BAŞKANIMIZ LA PREZİDENTA" diye yazdım. Herkes alkışlayınca mahcup da olsa itiraz edemedi. Sonra bazı arkadaşların eklemeleri oldu: “engin müzik bilgimiz”, “dede efendileri söyleyip çalmamız”. Sonra tekrar ben sözü ve kalemi alıp “İstanbul’un en başarılı amatör Türk sanat müziği korosu olmamız” yazdım. Alta başka eklemeler de yapıldıktan sonra La Prezidenta “Sıra geldi zayıf yönlerimize” dedi. Eğlenmeye gelen arkadaşlardan bir kısmı yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştı sanıyorum ben: “zayıf yönümüz yok” dedim. Kimse de bulamayınca boş bıraktık. Baktım çocukların bir kısmı kaynatmaya başladı, sigara içme bahanesiyle uzaklaşanlar da olunca korodaki arkadaşlar adına ben utandım La Prezidenta’dan. Kadın o kadar hazırlık yapmış, düşünmüş, kim bilir yine neler neler yapacağız kadını dinleyeceklerine kendi aralarında konuşuyorlar. Sonra sıra geldi fırsatlar kısmına. La Prezidenta “Fırsatlara ne yazabiliriz?” dedi. Ben tekrar “La Prezidenta gibi bir başkanımız olması” dedim. Tekrar olduğu için kabul etmediler. Kudüm virtüözü arkadaşımız Şevki “belki televizyona çıkabiliriz” dedi. Ben içimden “yılbaşı çekilişi desem” diye geçirirken Nilay: “yılbaşı çekilişi” diye bağırdı. La Prezidenta ne alakası var der gibi baktı ve yazmadı. Fikirler ardı ardına geliyordu. 1-2 başka ıvır zıvır da yazdıktan sonra Tufan Abi’nin sesi duyuldu arkadan: “La Prezidenta” dedi, “konsere İlber Ortanca’yı konuşmacı olarak falan çağırdınız mı full çeker salon” dedi, “Nasıl olsa arkadaşsınız. Ya da Fuat Güner Özkan gelse bir şarkı söylese”. La Prezidenta’nın çok hoşuna gitti bu fikirler. Tahtaya FGÖ yazıp “Efciö” dedi, altına da “İlber Ortanca” yazdı. Sonra kudüm virtüözü arkadaşımız: “ben de üç dört şarkı söylemesi için TRT sanatçısı Şaika Hoşses’i çağırırım” dedi. Keyifle onu da yazdı La Prezidenta. Neşesi iyice yerine gelmişti. Sıra gelmişti tehditlere. “Nankör koro” dedim hemen. “Hah!” dedi La Prezidenta. “Onlar hem nankör, hem koro, onlara bundan sonra kısaca Nanköro diyelim” 

“Görür onlar gününü” dedi, “öyle bir konser vereceğiz ki kıskançlıktan çatlayacaklar hatta kendi konserlerini iptal edecekler”. Oydu buydu derken, bir de baktım, tahtanın başında pek kimse kalmamış. La Prezidenta(A.O.B.E.E), o yüksek enerjisiyle hepimizi topladı. Bir yandan mantılar, zeytinyağlılar, salatalar, bir yandan içkiler, bir yandan meşk ediyoruz, çok çok keyifli geçti, ama meğer o Suat analizi sırasında çaktırmadan kaçanlar olmuş. Canım bu işe çok sıkıldı ama belli etmedim. O gece çok eğlenceli geçti, fakat ortalık da bir o kadar dağıldı, gecenin sonlarına doğru koltuklara sızanlar mı dersiniz, köşelere çekilenler mi dersiniz, hala meşke devam edenler mi dersiniz, bağıra çağıra konuşanlar mı dersiniz her telden çalan insan vardı. Yavaş yavaş insanlar evine gitmeye başladı, içimden “eyvah” dedim “La Prezidenta bu dağınıklığın nasıl üstesinden gelecek” çaktırmadan ufaktan ufaktan ortalığı toparlamaya başladım. La Prezidenta bana gelip “bırak bırak ben toplarlarım ortalığı” dedi. Yardım edene izin vermiyor, etmeyenlere ortalığı dağıtıp yardım etmiyor diye söyleniyor. Etrafın hali felaket, baktım benden başka yardım etmeye niyetli kimse de pek yok, herkes de evine gitmeye başladı, ben yavaş yavaş ortalığı toplarken bir baktım La Prezidenta motoru turboya takmış. O ne hızlı toparlama öyle. Ben salonun köşesinden başlarken ev mum gibi tertemiz oldu. Gözlerime inanamadım kısa süre içinde ev sanki hiç dağılmamış gibiydi. Bir tane eğri duran biblo bile yoktu ortalıkta. Zaten La Prezidenta’ya Amerika’da turbo girl derlermiş. 10 parmağında 20 marifet maaşallah. “Yaşa be La Prezidenta” dedim ve daha da rahatsız etmemek için evimin yolunu tuttum ve yatıp uyudum. 

3.Ertesi Gün

O gece o kadar yorulmuşum ki ancak öğlene doğru uyandım. Telefonuma bir baktım ki ne göreyim Whatsapp koro grubunda 214 mesaj. Hızlı bir şekilde okumaya çalıştıysam da pek anlamadım. Bizim La Prezidenta insan mıdır insanüstü bir varlık mıdır, ne zaman uyumuş, ne zaman uyanmış, ne zaman neyi planlamış hiç anlamadım. Grupta 29 Ekim’de bir konserden bahsediyor ama 29 Ekim’e 40 gün var topu topu. Bir de gruba nankör korodan Muazzez’le İdil girmiş. İdil hadi neyse de Muazzez çirkefinin grupta ne işi var hiç anlamadım. “En iyisi” dedim içimden gideyim La Prezidenta’nın yanına, o anlatır tüm planlarını. “Yok” dedim yolda kendi kendime, “29 Ekim’de konser yapamayız, zaten Muazzez’in ne işi var grupta”. Muazzez denen nankörü size anlatayım da Muazzez de nerden çıktı demeyin. Bu Muazzez koronun benden önceki başkan yardımcısıydı, fakat benim La Prezidenta’yla aramın iyi olmasını çekemeyince nankör koroya geçti. Hem nankördür, hem de küstahtır, aman işe yaramazın teki işte nesini anlatacağım. Ben kafamdan ne oldu acaba diye düşünürken bir de baktım varmışım La Prezidenta’nın evine, kapıyı çaldım. La Prezidenta kapıyı açtı, resmen etrafına ışık saçıyordu, bir neşeli, bir enerjik, mutluluktan yerinde duramıyor. 75 yaşında ama 25-30 yaşındaki gençlerin hepsini cebinden çıkarır, belli ki içi içine sığmıyor. Hemen anlamaya başladı: “Konseri 29 Ekim’e alıyoruz” diye başladı. Ben “Ama La Prezidenta” dedim ama baktım beni dinlemeden heyecanlı heyecanlı konuşuyor, sözünü kesmek istemedim ama içimden de düşünüyorum bir yandan, şunun şurasında 40 gün sonradan bahsediyor, imkanı yok o yetiştiremeyiz. Anlatmaya devam etti: “Hem Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamış olacağız, hem mükemmel bir konser yapacağız. Cumhuriyet tarihinden bu güne her dönemden besteleri çalıp söyleyeceğiz. Açılış konuşmasını yapmak için İlber Ortanca gelecek, Fuat Güner Özkan misafir grup olarak gelecek, 3 şarkı söyleyecekler, Şaika Hoşses de 3 şarkı söyleyecek. Çok güzel bir konser olacak. Muazzez’le de konuştum, bize geri dönüyor, nankörodan 3-4 kişiyi daha bizim koroya tekrar getirecek. Böylece nanköro da bir köşede paslanır kalır. Hem de konseri onlardan önce yapmış oluyoruz” Muazzez’e itiraz edesim geldi ama La Prezidenta(A.O.B.E.E) her zaman en doğrusunu düşünür. Çağırdıysa geri bir bildiği vardır diye düşündüm.  

4. Konser Günü

O günden sonra La Prezidenta nasıl yaptı anlamadım ama öyle bir organize etti ki hepimizi her şey mükemmel oldu. Konser gününü görmeliydiniz. Herkes iki dirhem bir çekirdek. Biz kadınlarda tuvalet, erkeklerin smokinleri jilet gibi. Konser günü La Prezidenta bir yandan yapacağı konuşmanın provasını yapıyor, bir yandan gelen misafirleri ağırlıyor, bir yandan papyon bağlayamayanların papyonunu bağlıyor, bir yandan akord yapıyor.

Konsere başladığında tüm salon tıklım tıklım dolmuş, merdivenler dolu olmasına rağmen hala kapının dışından bizi seyretmeye gelmiş seyirciler vardı. Konsere La Prezidenta’nın konuşması damgasını vurdu. Sonrasında İlber Ortanca, Fuat Güner Özkan, Şaika Hoşses derken herkesin elleri alkışlamaktan kıpkırmızı oldu. Herkesin ellerinde birer Türk Bayrağı, gururla bayraklar sallanıyor. Gururdan hepimizin gözlerinden yaşlar geldi. En güzel haberi ise konserin sonunda aldık. Nanköro dağılmış. Belki bize tepki olarak doğdular ama bizim silik bir kopyamız olmaktan öteye gidemediler. 

Başta anlattığımda inanmamıştınız sayın okurlarım. Türk sanat müziği korosunun başkanı olur diye düşünmüştünüz. Ama şimdi anlamışsınızdır herhalde. La Prezidenta için üç defa. Oley Oley Oley!!!



Babalık Bloguna Devam Etmekte Zorlanmam ve Hikayelerim

Bolca konu olmasına rağmen 4 yıldır bazen tembellikten, bazen zamansızlıktan, bazen de yazıyı nasıl yazsam diye düşünmekten blogum hareketsiz kaldı. Çocukların ikisi de okuma yazma bilmezken otosansürü sadece Melisa'yı düşünerek yapıyordum. Ateş'in de okuma yazmayı öğrenmesiyle işim daha da zorlaştırmıştı ki artık Atlas da yavaş yavaş okumaya başladı. Ben de blogumu boş tutmak yerine hikayelerimi buradan yayınlamaya karar verdim. İlk olarak corona günlerinde bitirdiğim hikayem La Prezidenta'yı daha sonra da 2012 yılında yazdığım Hafize'yi yayınlayacağım. Tamamen iki farklı tarzda olan iki hikayemi umarım beğenirsiniz.